Lübeyna; Savaş meydanında, üzerinde adının yazılı olduğu gümüş bir madalyon, Diyarbakır'da, bir fincan mırra kahvesinin boğazda bıraktığı acı tortu, Artvin'de, görkemli bir kayın ağacının dallarından kopup, sert dağ meltemlerinin yamaç boylarına sürüklediği bir yeşil yaprak; alabildiğine özgür, alabildiğine uçarı... Paris'te bir Edith Piaff şansonu, Zürich'te bir Lili Marleen türküsü, İstanbul'da ise Doğu ve Batı'yı birbirinden ayıran Boğaz misali, iki yakası asla bir araya gelemeyen bir bela paratoneriydi. Aynı zamanda bir mağaza tezgâhtarı, becerikli bir terzi ve hatta bir tarihi eser kaçakçısıydı. Ancak hepsinden önemlisi, o bir anneydi. Çocukları için gözünü kırpmadan canını verebilecek, onlar uğruna bu dünyada her türlü zorluğa ve güçlüğe katlanabilecek fedakâr, vefakâr ve cefakâr bir anne... İşte bu onun hikâyesi. Tıpkı Arapçada sır anlamına gelen isminin çağrıştırdığı gibi yıllarca karanlıkta kalmış, sırlarla kaplı hayatının gizemli hikâyesi. İçindeki fırtınalar kopan denizin dingin kalma çabaları gemileri süt liman sularda tutmaya yetmediği zaman, kalbinden taşıp dudaklarından dökülerek hayat bulan hikâyesi. Sıra dışı bir kadının inanılmaz olaylarla dolu yaşam öyküsü... İkinci Dünya Savaşı'nın gölgesinde geçen 1940'lı yıllardan 2000'lere uzanan altmış yılı aşkın bir ömrün acıklı anatomisi... Oradan oraya savrularak geçen sürgün gibi bir çocukluğun ardından aşkla, dostluklarla ve mutluluklarla olduğu kadar; acılarla, zorluklarla ve kalp kırıklıklarıyla dolu bir yaşam... Dolu dolu geçen bir yaşam...